bu kelimelerin ne anlama geldiğini tabii ki biliyorum!
Olan biten her şeyden sonra bu konuları seninle konuşmak kendimle konuşmaktan daha kolay. Çünkü sen dünyada beni dinlemeyecek tek kişisin. Dürüst olmak zor, özellikle yanımda sen varken. O yüzden yanımda olmamana seviniyorum. Aramızda mesafe varken zihinlerimiz neredeyse bir olacak kadar yakınlaşıyor.
Seni kendiliğinden alıp zihnimin içine sokmak bana kimliksiz zamanlarımı hatırlatıyor. Unutma, diyerek kendime hatırlatmam gerekiyor yanlış bir şey yapmadığımı. Sakin ol, diyorum, her şey senle ilgili değil. Sonra ben de kendimi bu sözlere inandırmaya karar veriyorum. Ya inanmamışsam?
Demiyorum artık, inanıyorum. Gerçek göründüğü kadar basit değilse bile onu çözemeyeceğim kadar karmaşık(mış). O nedenle ben de pembe yara bantları takıyorum duvar çatlaklarına. Zaten bir anlam ifade etmiyorlar, en azından güzel gözüksünler ki ağlarken gülebileyim. Gülerken ağlamayı da başarırsam bu iş tamamdır. Ama o zaman senle konuşmayı da bırakırım çünkü ağlayabilmek için sana ihtiyacım kalmaz.
Peki, ya sana artık ihtiyacım kalmazsa? Bu senle aramızdaki her şeyi bitirmek için tek engel, biliyorsun. En güvenli saklanma alanımı yok edemem. Hem hayatta o kadar profesyonel olmak istemiyorum ben, hep çocukça yaşamak istiyorum. Böylece keyifli olduğumda etrafımdaki herkesi de keyiflendiririm, üzgün olduğumda ise insan olduğumu unutmayıp yardıma ihtiyacım olduğunu kabul ederim. Yani gülerken değil ağlarken ağlarım, tam bir çocuk gibi.
Sonra o ünlü caddeye çıkıyorum ve art arda dizilmiş binaları izliyorum. Hepsi ayrı bir binaya aitmiş gibi gözüken, alt alta duran pencerelere bakıyorum. Hepsinin hikâyesi farklı. Eski dünya partisi, orta dünya kulübü, yeni dünya düzeni. Kazananlar, kaybedenler ve savaşanlar. Kırtasiyelerde her gün dönen ufak dünyalar. Avukat büroları, dişçiler, insanlar özdenetimden yoksun olduğu için hocaları işsiz kalmayan dil kursları. Balkonlarında ufak çiçekler varsa bir kadın derneği olabilir, gidip bir selam vermek lazım.
Yeterince yukarı bakıp başım döndükten sonra bakışlarımı tam karşıma dikiyorum. Hızla yarışan arabalar, ambulanslar, 135 numaralı otobüs. Sen yine yoksun. Sana benzeyen birileri mutlaka var ama zihnimi çelecek kadar güçlü bir benzerlik değil bu. Zaten ben de seni bulmamaya çalıştığım için burada duruyorum. Senin olduğun yer en insansızı, en uzağı. Ben manzaranın keyfini çıkarmak istiyorum. Mesela pencerelerdeki dünyaları hayal ediyorum, gözümde bir an minyatür evlere dönüyorlar. Bütün odaların içinde bir hayat var, bu da sararmış duvarları ve tozlu pencereleri çirkin şeyler olarak görülmekten kurtarıyor. Artık hayattaki bütün gizemler çözülmüş gibi hissediyorum. Nasıl rahatım ve huzurluyum, bilsen beni kıskanırdın.
Şimdi buradayım ve bu hayatlar bütün renkleri canlandırıyor. Yaşama tutunmanın yolunu başka hayatlarda buluyorum ve zamanı bir kredi olarak görmüyorum. Onunla bir olmayı ve birlikte akmayı öğreniyorum. (Bu kelimelerin ne anlama geldiğini tabii ki biliyorum!) Nasıl her sanat biçimi keşfedilmişse, her yaşam biçimi de keşfedilmiştir. Ben sadece yaşamların içine giriyor ve parçalarını birleştirip daha da anlamsız bir hale getiriyorum. Mesela burnu kulağa, kulağı ağza, ağzı da göze yerleştiriyorum.(O yüzden kimse beni duyularıyla algılayamıyor.) Biraz sağdan biraz da soldan bakıyorum. Sonra biraz da geri çekiliyorum, işte bu, diyorum, buldum! ve bir film daha bitiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder