Tuzak
Her şey birdenbire olmuştu. Gerçi bir şeylerin birdenbire olması ona göre böyle olaylar için kullanılabilir bir nitelik taşımıyordu. Bir keresinde biri söylemişti, ne diye aşkı bu kadar karmaşık bir şekilde tanımlıyorsun? Birini sürekli özlüyorsan aşık olmuşsundur işte, ben bir keresinde aşık olmuştum. Özlem hissi o kadar yoğundu ki bir türlü geçiremiyordum içimdekini. Belki onu idealize etmişsindir, belki de onda olmasını istediğin veya istemesen de seni her zamankinden çok farklı hissettiren bir şeyler vardır. Yani ihtiyacını duyduğun şey her ne ise onda vardır. Ve öyle bir ana denk gelmiştir ki bir türlü atamazsın aklından. Zaman geçer, onda hissettiğin gibi hissedeceğin kimse çıkmaz karşına. Belki de çıkar da sen görmemekte ısrar edersin. İstemiyorum dedikçe istersin, arzulamıyorum dedikçe arzularsın. Çünkü arzular onları istemediğimiz zaman da belirir. Oralardadır hep zaten, ama kendini bizim bağışıklığımız düştüğü zamanlar gösterir. İhtiyaçlar onları ne kadar uzun süre görmezden gelirsek gelelim oradadır.
Böyle bir hissin tuzağına düştüğünde aklına geldi tekrar. Şarkıların, şiirlerin yazıldığı o insanlardan biriydi. Olmak istediği kişi değildi belki, ama aşık olmak isteyebileceği biriydi. Onu zihninde tasavvur ederken yüzü biraz buruşurdu. Midesi ekşirdi. Yaşamak isteyeceği bir hayat değil, ama yaşamak isteyebileceği biriydi. Tek eksik kendi olduğu kişiydi. Onun aşık olabileceği biri gibi görmüyordu kendini. Kendisine eksik gördüğü şeyler dışarıdan hiç belli olmasa da bunu o kadar derinden hissederdi ki bir türlü kendini sevilmeye layık biri olarak göremezdi. Belki de mesele nasıl biri olduğunda değil kendisini nasıl biri olarak hissettiğiydi. Ama alışkanlıklar, onlar farkına varılsa da verdiği rahatsızlık dışında kolayca değiştirilemezdi. Böyle hissetmeyi, kendisini yeterli görmemeyi öğrenmiş biri için reddedileceğini bildiği halde o adımı atmak doğa kanunlarına karşı çıkmak kadar zordu. Yere düşmek değil de hava asılı kalmak gibiydi. Farkındalıksız bir cüretkârlığa sahip olmak isterdi, ne yaptığının nedenlerinin ve sonuçlarının farkında olmadan sadece onu yapabilen o insanlar ona çok çekici gelirdi. Bu cüretkarlığın verdiği tatmin reddedilmekten veya hata yapmış olmaktan gelen bedelden bin kat daha iyiydi.
Bütün bunları düşünürken baş etmekte zorlandığı bu histen kaçmak için hazırlık yapıyordu. Her şeyin değil ama bir şeylerin birdenbire değiştiği bir zamana girmişti. Telefonunu kapattı. Dışarı çıktı. Alabildiğine esen rüzgar, sabahın beşi. Var olan tek şey kendi varlığı. Kimsesiz taşların üzerinde yürüdü. Bir kapıdan geçti. Kendisini karşılayan siyah gözlüklü kemikli suratlı ince adamın peşinden yürüdü. Her yer flu, her şey netliğini yitirmiş ve bulanık görünüyordu. Bir şey sormaya cesaret edemedi, bulanık olan zihni miydi yoksa girdiği bu ortam mıydı? Yürüdükçe meraklanıyordu. Geçtiği yerler, uzun derin bir koridorun kenarlarına dizilmiş sayısız sanatsal eserden, her birinin sesini ayırt edebildiği bir dolu farklı şarkılardan oluşuyordu. Hepsi bulanık olmasına rağmen net görüyormuş, net duyuyormuş gibi hissediyordu. Hükmedemediği, hükmetmek istemediği tek şey de hisleriydi. İçine dolan hisler o kadar renkli, o kadar farklıydı ki aşık olmanın hissini sadece üç adım sonra unutuvermişti. Buradaki dünya ne cennet ne de cehennem, ne dünya ne de hiç bilmediği bir gezegen gibiydi. Tanıdığı, bildiği her hissi ayrı ayrı seçip deneyimleyebiliyordu. Üstelik bunun için hiçbir çaba sarf etmiyordu. Her şey bütün olağanlığıyla akarken hissettiği her şeyi fark edebiliyordu. Midesi burulmuyor, hissettiği bu farklılık ona yabancı bir ortamdaymış gibi hissettirmiyordu. Her şey olduğu haliyle ona varlığını hissettiriyordu.
Başını sağa çevirdiğinde gördüğü resim onda öyle bir duygu yaratmıştı ki bakmaya devam etmek için durmak istedi. Durdu. Önünde yürüyen ince adam o yokmuş gibi yürümeye devam etti. Ne olursa olsun ona bir soru sormaktan, anın bu güzelliğini kaçırmaktan o kadar korkuyordu ki. Hem sesi nasıl çıkacaktı, bunu da bilmiyordu. Yine de denemek istedi. “Ben burada kalmak istiyorum.” Kendi sesini duyduğunda inanamadı. O kadar net, o kadar pür ama bir o kadar da dışarıdan dinliyormuş gibiydi. Biraz hayal etse kendisini dışarıdan izleyebilecekmiş gibi bir hisse kapıldı. Çaprazında var olan aynaya doğru ilerledi. İnce uzun adam yürümeye devam ediyordu. Hafif adımlarla, küçük topuklularıyla yürümeye devam etti. Kendisini gördü, inanamadı bu görüntüye. Sanki daha önce hiç kendisini görmemişti. Sanki daha önce hep kendisinin bir gölgesini veya farklı bir imitasyonunu görmüştü. Kendi gözlerine baktığında gördüğü şey cümleleri ile ifade edebileceği bir şey değildi. Ne güzel, ne çirkin. Kendisi gibi olmanın, kendi içini olduğu gibi görmenin verdiği karmaşıklığın hissiydi. Şimdi güzel olana dair verdiği daha önceki tanımlamalarını yıkması gerekiyordu. Kendisine dair her tanımlamasını yıkıp kendisini yeni bir gerçeklikte yaratması gerekiyordu. Ancak böyle bu hissin üstesinden gelebilirdi. Artık başka türlü, farklı türlü hissedemezdi. Kendiliğine bir kere daha baktı. Sadece gözlerine değil, ince bel kıvrımlarına, ışığın gölge düşürdüğü bacak kaslarında netleşmiş çizgilere, çenesinin keskin açısına, burnunun kıvrımına, hafif öne düşmüş perçemlerine, ince boynuna bir kere daha baktı. Hislerini, hissettiği her şeyi bütün netliğiyle görebiliyordu. Mesela şuanda hissettiği suçluluk duygusu kendisini bu kadar izlemesineydi. Diğer yandan alabildiğine yürüyen uzun ince adamın kendisini önemseyerek durmamış olmasına hissettiği bir değersizlik görüyordu. Aşık olduğu adamın aşık olduğu kadın olamamasına da hala bile içerliyordu. Ama adam, onu bu haliyle görse herhalde gerçekten aşık olurdu. Hissettiklerini hiç sansürlemeden yaşayan bu kadın şimdi onun aşık olabildiği o kişi olurdu herhalde. Güç bu olmalıydı, hislerini görmesine rağmen onlarla savaşmamak, onları apaçık haliyle seyredilmeye tahammül edebilmekti. Bir an hissettiği bütün suçluluklar değerini yitirdi. Uzun ince adam yürüse ne olurdu? Şuanda kendiyleydi, kendini keşfetmenin zevkiyleydi. O kendisini umursamasa ne değişirdi? Önüne döndü, yoluna devam etmek istediğinde, bunu son derece güçlü bir arzuyla istediğinde bütün koridor aynaya döndü. Aynaların bazıları kendisinin farklı farklı versiyonlarını gösteriyor, bazıları geçmişini, bazıları da geleceğini yansıtıyordu. Kimisi de tasavvurundaki her şeyi tüm gerçekliğiyle gösteriyordu.
Demek hatayı kavramların peşini kovalayıp onları tanımlamaya çalışarak yapmıştı. Mesele hissettiklerindeydi, onları anlamlandırmakta değildi. Anlam zaten sonraları gelen bir şeydi, anlam zamanla oturan, anlık farkındalıklardan ziyade içselleştirilip hayata katılan bir şeydi. Şimdi her şey tüm netliğiyle etrafında belirirken meselenin sadece görmek olmadığını anlıyordu. Mesele bir şeyleri netliğiyle görebilmekte değildi, bulanık olanın içinde bile kendini hissedebiliyor olmaktaydı.
Bir anda bütün ışıklar söndü. Aynalar varlığını yitirdi. Tablolar, heykeller, netliğine kavuşan hisler, hepsi aynı anda söndü.
“Kimse yok mu?” “Kimse beni duyuyor mu?” diye bağırdı.
Söyledikleri yankı bile yapmıyordu. Sağa doğru adımlar atarak ilerledi. Yürüdü, yürüdü. Koridor yoktu. Bu sefer tahammül edemediği bu karanlıktan kaçmak için koşmaya başladı. Koşuyor, önünü göremediği halde koşuyordu. Her şey bu kadar netken nasıl bir anda sönebilmişti? Yoksa uzun ince adamı takip etmesi mi gerekirdi?
Koşmaya devam etti. İnsan görmüyorken de koşabiliyormuş demek. Hayatın anlamı algılardan arındığında daha bir cüretkar davranabiliyormuş. Koşmak için bile. Koşarken hızını alamadı, bir an için takıldı, küçük bir delikten içeri yuvarlandı. Hafif ıslak bir zeminde kendini buldu. Ne delik, ne uzun ince adam, ne aynalarda ve sanatla dolu koridor, hepsi gerçekliğini yitirmişti. Dünyaya geri gönderildiğini o an anladı. Hemen ardına baktı, delikten geri dönebileceği bir yol vardır belki diye bir umut. Ama bulamadı. Hiçbir şey yoktu. Her şey bir rüya gibiydi. Keşke dedi, keşke uzun ince adamı takip etseydim. Aynalarda kendime bakıp durmadan, ne olduğunu anlamadan takip etseydim. Önüne baktı. Dünyaya, dünyanın soğukluğuna. Üzerinde durduğu asfaltın ıslak olduğunu o an fark etti. Çıkarken esen delice rüzgardan sonra demek yağmur yağmıştı. Şimdi her şeyi çok net görüyordu ama hisleri buz bir camın arkasında kalmıştı, onlara ulaşamıyordu. Ne hissetmesi, ne düşünmesi gerektiğini bile anlayamıyordu. Artık suçluluk hissini, küçüklüğünden beri gelen o reddedilme korkusunun kendisine yaşattığı sonuçları, gözlerine baktığında hissettiği özgüveni göremiyordu. Sadece belli belirsiz varlıklarını hissediyordu o kadar. Yaşadığı bir rüya gibi gelip geçmişti. Rüyalar yaşanırken tüm gerçekliğiyle vururdu insanı, ama bittiklerinde geriye kalan tek şey hissi olurdu. O his bütün günü dumana bulardı, baş edemediği ama nedenini de anlayamadığı tortu bazen günlerce içine gömülü kalırdı. Hatırlamaya çalışsa da nafile, hiçbir şey kalmazdı geriye. Ona da böyle olmuştu, hafızası yaşananları bir çırpıda silmişti. Şimdi sadece kendisi vardı, tüm yalnızlığıyla. Topukları kırılmış, gözlerinin parıltısı sönmüştü.
Eve gitmek istedi, evin nerede olduğunu bir türlü hatırlayamadı. Aklına düşen, zihninde beliren bir ev vardı. O evin yolunu hiç bilmese de biliyordu. O eve, oraya gitmek istedi. Üşüyordu, tir tir titriyordu ve ayakkabıları yoktu. Hiç bu kadar içine işlememişti soğuk. İçindekiler tüm çıplaklığıyla dışarıda, dışarıda olan her şey de tüm olağanlığıyla içindeydi. Soğuğu, rüzgarı ve suçluluklarının ağırlığını karşısına alarak yürüdü. Evi bilmese de evin yolunu biliyordu. Bazı zamanlar anahtarla açtığı ince apartmanın içinde ikinci katta ve beşinci dairedeydi. Merdivenleri şüphesiz çıktı. Saat kaçtı, neredeydi, niye bir türlü gün aydınlanmıyor ve niye bir türlü suçluluğunun ağırlığı geçmiyordu anlayamıyordu. Tam kapının önüne geldi. Durdu. Aklına hücum eden anılar, her şey tüm canlılığıyla karşısındaydı. Hayaller, renkli renksiz görüntüler zihnine geldi ve geldiği anda kayboldu. Artık var olmayan ama etkisini yüz yıllar boyunca sürdürecek olan o hislerin nedeni olan yerdi burası. Sadece bir an bile şüphe etse arkasını döner ve oradan koşa koşa uzaklaşırdı. Bu yüzden tüm gücüyle vurdu kapıya. Günah çıkarıyormuş, suçlululuğunun hesabını soruyormuş gibi vurdu. İstenmediğini düşündüğü her anın suçlusu buradaydı. Mutluluğun, mutsuzluğun, en huzurlu anlarda hissettiği o burukluğun. Kapıyı yumruklarken kırdı. Kapı tüm gücüyle devrildi. Yokluk, yokluk, hiçlik, duyusuzluk, körlük, hepsi birbirine karışmıştı.
Bir siluet belli belirsiz karşısında duruyordu. Gözlerini sis bulamış adam koridorun ucundan baktı.
“Niye geldin? “
“Bulamadım başka yer, mecbur kaldım, düştüm, başka bir dünyaya girdim. Anlatmam lazım.”
Adam aynı karanlık gözlerle baktı yüzüne.
“Biliyorum."
Şimdi anlamıştı uzun ince adamın kim olduğunu. Hayal kırıklığı bürüdü yüzünü. Demek oradaydı, demek görmüştü ve hiçbir şey yapmadan sakince yürüyerek oradan uzaklaşmıştı.
"Mecburiyet bizim ürettiğimiz, zora düşünce kullandığımız bir saçmalıktır.” dedi adam. "Mecbur değilsin, hiç olmadın."
Hiç anlamamıştı. Neden sevilmediğini, neden dinlenmek istemediğini. Hiç anlayamamıştı bazen anlaşılmaya duyulan ihtiyacın nefes almak, hayatta kalmak kadar önemli olabileceğini görememesini.
"İyi ki seni takip etmemişim. İyi ki kaybolmamışım. Belki şimdi de kayboldum, ama en azından kendimleyim."
Olduğu yerden geri döndü, artık gitmeye güç bulacağı hiçbir yer kalmamıştı. Hiçbir dünyanın kabul etmediği küçük bir çocuktu şimdi. Bu yüzden hep kendi dünyalarını yaratmak zorunda kalmıştı. Zihninde tasarladığı ütopyalarla gerçekliği uydurmaya çalışarak, yerine oturmayan parçalarla oynayıp durarak büyümüştü. Ve yine, yine yalnız çıktı sokağa. Zihninde o cümleler dolaşıyordu. “İki tren, ne kadar sonra karşılaşır birdaha karşılaştıklarından?” Demek hiç karşılaşmazlarmış, dedi. Uzun sokak lambalarının altında, nereye gittiğini bilmeden yürümeye devam etti.
Yorumlar
Yorum Gönder