Yazmak Üzerine
Böyle yazılara başlamanın en zor kısmı başlamaktır. Aklındakileri dökmek için yapılacak kısa bir açıklama, doğru kelimeleri seçme ve bir şekilde açıklamanın yordamını arama gibi stratejik eylemlerle birlikte bana göre yazmanın en sıkıcı tarafıdır. Ardından sürükleyeceğin binlerce kelime oturup zihninde sırasını beklerken önce geleceklerin ilk olmaları yüzünden büründükleri kaygı, ortamı bir grup histerisine dönüştürebilir bazen. Oysa yazılar anlaşılmak için mi yazılır? Anlaşılmak için yazılmadığında bile en kötü ihtimalle anlatmak için. İki amacın arkasında da aynı ihtiyaçlar doyurulmaya çalışır; içeride gerçekleşenleri bir şekilde dışarıda tutma, daha somut ve görünür bir hale bürüme ve ortalıkta dağınık kalmış görüntülerin fark edilmesinin büyüsünü ortaya çıkarma…
Çünkü yazmak biraz da böyle bir şeydir, fark edilen bir karmaşıklığın fotoğrafını çekip onda ne fark ettiğini betimlemeye, benzetmeye, çeşitli ve farklı şekillerde yeniden tasvir etmeye çalışmaktır. Fotoğrafa hiç dokunmadan bunu yapmak da pek zordur. Mesela, camdan odaya yansıyan ışık huzmesi hep buruk bir şeylerin üzerine konar. Kırılmış vazo parçaları, solmuş bitkiler, tahtaları çürümüş kitaplık rafları, neden orada oldukları bilinmeyen üzerlerinde çay ve kahve lekeleri olan eski vesikalıklar… Sanki herkesin açmadığı böyle odacıkları vardır, hepsi biraz ışık alır ama içerisinde taşıdığı umudu bu ışıktan öteye de taşımaz. Tıpkı evi yıkmak için ölmesini bekledikleri son dairedeki yaşlı da ölünce hiç dokunulmayan eşyaları gibi her şey en son kullanıldığı haliyle terk edilmiş, bir can havliyle kaçılmıştır bu odalardan. İçlerinde ölümü barındıran bu odalar terk edilememişliğin, bir türlü bırakılamayanın acısını hapseder içlerinde. İşte bütün bu dağınıklığı gerçeklikte gidermektense dil boyutunda düzeltmeye çalışmak pek garip bir harekettir. Kimsenin girmeyi istemediği o odalara girilir, içeriye sinen ağır koku içine çekilir, eskiyen eşyaların etrafında gezinilir, ışığın vurduğu ufak tefek nesnelerden birine bakılır. Odanın içinde biraz vakit geçirilir, ama hiç dokunulmaz odaya. Fotoğrafın hissiyatı alındıktan, ihtiyaç duyulan hislerle dolunduktan sonra yerdeki kırıklara basmamaya da dikkat edilerek terk edilir bu odalar. Çekilen fotoğraf, hatırlananların şimdiki benlikteki bir izdüşümüdür.
Bu hislerin, bu yeni
fark edişlerin ağırlığını bir görme biçimine dönüştürebilen yazarın
gördüklerini anlatma motivasyonu da fark edişlerden aldığı hazdan gelir. Kimi
zaman kendisinin, kimi zaman bir başkalarının odalarında bir hayalet gibi hiçbir şeye rüzgârıyla bile dokunmadan geçip
gider. Bazen tamamen görünür olan, bazen de gizlenmeye çalışılarak açığa
çıkarılan odaları hemen fark eder onlar. Karmaşık olanı, olduğu haliyle
dokunulmayanı hissetmek onu anlatmayı bir ihtiyaç haline getirir.
Kavrayışlardan onlara takılı kalmadan çıkmanın paradoksal bir yoludur bu. Çünkü
meraklarını kavrayışlarla ödüllendirmek onlarda bir alışkanlık halini alacak, her
bir çıkıştan sonra yeni bir girişe ihtiyaç duyacaklardır. Gerçeklikte
dokunulmayanın dilsel düzlemde ifade edilmesi gerçeklikle ona hiç dokunmadan
yaşayabilmeyi mümkün kılan bir tür baş etme stratejisine dönüşecektir. Kimisi
kitler ve anahtarı kaybeder, kimisi yakıp yıkar ve gerçekliğini reddeder,
kimisi dönüp dönüp içinden bir şeyler kurtarmaya çalışır, kimisi arada girer ve
içine sığınır; kimisi ise yeniden kendi gerçekliğinde yaratır. Ben de her
hatırladığımda dilsel gerçekliğimde yeniden yarattığım odalarımı, zihnimde
beliren fotoğrafların hislerimde bulduğu karşılığı, her zaman birilerinin
odalarında benzer halleriyle bulunduğuna inandığım hikâyelerimle anlatmaya
karar verdim.
Yorumlar
Yorum Gönder