Korku Tanrı ve Ölüm

Ellerine bakıyordu. Kahve fincanını kavramaktan öte onu sıkıca tutan ellerine. Hayata dair sıkı bir anlayış geliştirdiği anlardaydı, içine düşen kuşku gittikçe büyümüş ve bu ana kadar getirmişti onu. Dünya ağır geliyordu, ne metaforları kaldırabiliyordu artık ne hikayeleri. Gerçek miydi bunlar, yoksa bir gün hiç bilmeyeceği bir şey bir rüya görmek gibi mi olurdu? Canlıları düşündü, gelip geçen her şeyi. Bütün dünyanın acısı bir anlık içine çöktü. Gözlerinin önünden yol ortasında vurulan insanlar, yolda ezilen kediler, istismarlar, zulümler… Aklından birçok şey geçti.

 Korkuyu düşündü.

 Korku, düşünülecek şey değildi.

Korku öyle bir güdüydü ki onu hayal ettiğinde bile içine müthiş bir acı hissi doluyordu. Korkunun nedenlerini, sonuçlarını, insanı nasıl bir hale soktuğunu düşünmek fiziksel acı çekmek gibi geliyordu.

Sonra nelerden korktuğunu düşündü, hayatta onu harekete geçiren ne varsa onu bu korku hissi etkilemişti, böyle bir korku hissiyle gerçek bir korku aynı şey miydi?  Korkuyordu, kesinlikle korkuyordu… En çok da dünyadaki her şeyi öğrenmenin, bütün korku ve acı veren şeyleri öğrenmenin korkusu kaplamıştı içini.

Ölene kadar acı çekecekmiş gibi hissediyordu, sanki her bir yeni acı öğrendiğinde, içini her korku kapladığında içerideki dar sığınağına kaçmak isteyecekmiş ancak bunu yapmak için şuradan şuraya bir adım bile hareket edemeyecekmiş gibi. Bağırmak isteyecek, ama ağzından bir kelime bile çıkamayacakmış; ona acı veren şeyleri içinden koparıp atmak isteyecek, ama onu yaparsa kendini öldürmüş olacağını bilecekmiş gibi. Saklanacak bir yer yoktu, dünyanın içinde, ortasında, her neresindeyse dünyanın kendisinden saklanamayacaktı. Dünya gittikçe daralıp onu içine alacak, her şeyi gözünün önüne getirecekti. Anlamsızlığını, önemsizliğini bir kere daha yüzüne vuracaktı.

Artık ölüm hakkında o kadar düşünmüştü ki ölümün onu eskisi kadar korkutmayacağını sanmıştı. Oysa yanılmıştı, evet, yanıldığını deneyimlerle öğrenmişti. Ölüm her şeyden öte korkunçtu, insanın dünyayla arasını açan bir olaydı. Dünyada yaşanan süre boyunca çekilen acılar sanki ölürken çekilecek o acıdan daha beter olmayacakmış gibi bir his veriyordu.

 Ölümün acısı en kötüsüydü, ömrün boyunca korkusunu çekerken bile yanından geçtiği kadar korkunç gelmiyordu. Kendini amansızca uğraşlarına kaptırdığı bu dünyada soluklanmak için durduğu bir an onun için her şey bitebilirdi, bunu bilseydi yaptığı her şeyi derhal bırakır ve sığınağına döner uzunca bir süre ağlardı. Sonra gözyaşlarını siler, benliğini eskisi kadar gözünde büyütmezdi, kartlarını açık ve spontan oynardı. Zaten kaybedeceğini biliyordu, fakat bu sefer her şey önünde açık açık onu beklerken farklı olurdu. Uzunca bir süre hiçbir şey yapmaz oturur, oturur, düşünürdü. İnsanlara değer vermek ister, onlar tarafından avutulmak ve dünyaya bir değer bırakmak isterdi. Hafızalarda bir anlık anıyı barındırsa bile ölümsüz olamayacaktı. Bu dünyada yapabileceği hiçbir şey onu ölümsüz yapmayacaktı. Zaten ölümsüz olmayı da istemezdi, sadece varlığının farkında olmanın ona verdiği acıyı çekmekle yükümlü olarak gelmişti bu dünyaya. Evet, zevklerinin de farkındaydı fakat en çok da onları engelleyendi. Diğer insanlar da böyleydi, o da böyleydi. Mutlu bir dünya mümkün değildi tıpkı mutlu aşk, mutlu ömür mümkün olmadığı gibi. Bunu kabullenmek istemiyordu, canlılar ölsün, birileri acı çeksin istemiyordu. Yok oluşu istemiyordu, ama zaten bir gün bir rüyadan fazlası olmayacağını da biliyordu. Sonrası yoktu, sonrası koca bir boşluktu ve bununla nasıl baş etmesi gerektiğini kimsenin bildiğini düşünmüyordu. 

Kahve fincanını koltukta bıraktı, kendine dar köşesinde yer açmaya gitti. Sadece öyle bir dünyaya bakınacaktı. Hiçbir şeyi değiştirmeden, bir süre öylece her şeyi izleyecekti. Kontrol algısını yitirene kadar kontrol etmeden duracaktı, böylece alışacaktı olan bitene.

Bir Tanrı gibi izleyecekti dünyayı.

Hep merak etmişti, bir Tanrı’nın herkesi aynı anda nasıl görüp duyabildiğini. Küçükken mesela bazı düşünce ve hareketlerini kaçırıp kaçırmayacağını düşünmüştü, tamamen kusursuz olan bir şeyi bir türlü gözünde canlandıramıyordu. Herkesin acısını aynı anda gördüğünü, duyduğunu, ölen ve doğan her şeyi, dünyanın döngüsünü, kazaları, tecavüzleri, acı çeken yüzleri, acı çeken ruhları, incinen düşünceleri, görebildiği her şeyi gördüğünü düşündü. O an her şeyi birden yok etmek isterdi, sadece saniyenin onda birinde bile bunları görseydi. Her şeyi derhal yok etmek isterdi, bu acıları durdurmanın tek yolunun bu olduğunu düşünürdü.

Mutlu bir dünya nasıl olabilirdi ki? Kusursuz bir Tanrı hayal etmek gibi, bunu da hayal etmesi zordu. Mutluluk, üzüntü, sevinç bütün bu duygular içinde bulunulan ana aitti fakat insan olmanın acısı içini kasıp kavuruyordu. Korku hep oradaydı, öyle ya da böyle gösteriyordu kendini. Bir gün her şey gelip geçecekti, bir rüzgarın içine karışacaktı ruhu. Bilinç olmayacak, öylece boşluğa karışacaktı bütün  farkındalıklar.

Zil çaldı, burnuna dolan bu tanıdık koku içeri girerken kendini onun kollarına bıraktı. Bir an, ikisinin de yüzünde aynı anlamsızlık dolmuştu. Birinden ötekine yansıyan bir anlamsızlık şimdi dudaklarında gittikçe olgunlaşıyordu. Onu ilk defa öpüyormuş gibi bir açlıkla öpüyor, hiç sarılmamış gibi kokluyordu tenini. Korkunun kendisi bile öylesine korkutucuydu, ölümsüzlük hissi öylesine baskındı ki yaşadığı anın içinde eriyip gitmek istiyordu. Bu ana karışmak, şimdi sevdiği adamın içinde kaybolmak istiyordu. Kendi kendine yok olmak istemiyordu, bir şekilde daha acısız bir yokluğun yolunu arıyordu.

Bazen kaçmak, saklanmak istediği dünyayı nasıl böylesine sevebildiğini, içinde bir şeyler yaşamak uğruna nasıl çırpındığını anlayamıyordu. Insanlar bir an olsun ne yaptıklarını düşünse defalarca akıl sağlıklarını yitirebilirlerdi fakat bir şekilde düşünmüyorlardı; o felaket düşünceler akıllarına geldiği anda kaçmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Düşüncelerden kaçmak için sığındıkları insanlar gibi davranmaktan bir seçenekleri kalmıyordu bir yerden sonra, çünkü yalnız kalır kalmaz o yabancı felaketlerle yüz yüze geliyorlardı. Bu kaçışın bedeli bağımlı olmaktı. Ilişkilere, sevilmeye, önemsenmeye, kendilerinden ne kadar fedakarlık yaparlarsa yapsınlar; sonuçlarına rağmen bağımlı olmak! 

Kalktı, kahve yaptı ve yatağın yanındaki koltuğa oturarak sigara yaktı. Düşünceleri gitgide hafifliyordu, içindeki ağırlığı sonunda bırakan yağmur bulutları gibi boşalıyordu içi. Gecenin karanlığına rağmen sokaktan gelen ışık perdenin arasından içeri süzülmüştü, bir kısmı halının üzerine bir kısmı da yatağın ucuna uzanıyordu. Bu gece hiç olmadığı kadar sessizdi, fırtına patlak vermeden önce alınan önemli kararlardaki sessizlik yansıyordu etrafa.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kelimeler

bu kelimelerin ne anlama geldiğini tabii ki biliyorum!

Tuzak