Aynalı Pastane
“Eski bir masalda, zamanın unutturduğu bir mantık boşluğu gibi gülümsüyor Aliye.”
Kararını verdiği an, içini gıcıklayan ama anlamlandıramadığı, önemsemediği ve daha sonra mantığına bürüyemediği için içinde mantık boşluğu açan bu his aslında girdiği yolda geri dönüşü olmadığını içten içe bilmesiydi Aliye’nin. Kendini masalda sanmıştı en başında, masalların mutlu sonla bittiğine inanarak. Oysa masallarda zaman mı vardı? Masallar ancak ışık hızında, zamanın durduğu yerde var olabilirdi çünkü onların içinde hep “sonsuza kadar mutluluk” vardı. O da biliyordu gerçek dünyada mutlu ve sonsuz kavramlarının yan yana bile gelemeyeceğini. Ama zaten kim “gerçek dünya” da yaşıyordu ki? Herkes fazla dozda kafein içeren bu gerçeklikten kaçmak için başka dünyalara sığınıyordu. Aliye de öyle yapmıştı işte; kendisine onu hep mutlu edecekmiş hissi veren bir dünyaya kaçmıştı ve onu bütün cömertliğiyle karşılayan o dünya şimdi ona yetmiyordu. Geri dönmek istiyordu, çünkü kendi içinde açtığı bu boşluğun içine düşüyordu. Hiç düşünmediği ne kadar soru varsa hepsi bir anda beynine hücum ediyor, hücrelerinde kaçma isteği uyandırıyordu. Neyden kaçıyordu? Onu alışılmadık yollara çıkaran bu sapaklardan mı? Ona gerçekliğini kaybettiren kalabalıklardan mı? Esiri olduğu arzularından, maddiyat için kaybettiği maneviyatından mı? Onu sadece oyalayan bu savunma mekanizmasından mı? Cevabını alamadığı için içini kemiren sorgulamalarından mı? Kendi yarattığı bir masaldan mı kaçıyordu Aliye, yoksa kendi içinde yarattığı tüm bu yabancı hislerden mi?
Belki kendisi de bu noktada bir “yabancı” olmuştu artık. Kendini kendinde kaybetmişti Aliye, parça parça olmuştu. Acı çektiğini bile hissedemez olmuştu; yabancılaştığı kendiyle sempati kurma yolları tıkanmıştı. Artık hangi yola saptığı, kaçıncı kavşaktan döndüğü önemli miydi? Geri dönmesi, en başa gitmesi önemli miydi bu saatten sonra? Kendi olamadıktan sonra, hangi noktada bulunduğunun bir önemi var mıydı? Her şeye sahipti ama aynı zamanda varlığı kendisi için hiçbir anlam ifade edemez olmuştu. Sanki bir masalın kendisine nolduğu bilinmeyen ve merak da edilmeyen yan karakterleri gibi hissediyordu; külkedisinin düşürdüğü ayakkabısını deneyen ama içine sığamayan o kadınlar gibiydi. İçine sığamıyordu bu yapma masalın artık. Ya masalını terk edecekti, ya da bir köşede sıkışıp hiç gelmeyeceğini bildiği mutluluğu bekler gibi yapacaktı. ”Oyunlar ne zaman acı verir Müştik? Kelimeler, ne zaman insanın ağzına büyük gelir? Hayaller ne zaman ufalanır? Oyunlar ne zaman hüzünleri artık saklamaz olur? Yollar ne zaman tükenir? Erkekler, yalnızca yaşlanırlar, oysa neden kadınların teni giysiler gibi eskir? Cevabı, kendisine büyük gelen sorular nerede değiştirilir? Belki de en mühim soru en sade olandır her zaman: İnsan nerede yenilir?“ dedi. Yenilmişti işte bir yerlerde, ama yenildiği yerin neresi olduğunu da kaçırmıştı. Zaten artık bir önemi var mıydı ki?
“Parça parça dağıldım hayatlara ve şimdi parçalar bütünden ağır çekiyor. Zamanın nasıl geçtiğini biliyorum artık. Benim için perde kapanmadan sahneyi terk etmek istiyorum.” Aliye masalını sessizce terk ediyordu artık, peki ya geri dönebilecek miydi? Başka bir yol mu bulmak zorundaydı yoksa? Yenildiği yere mi dönecekti, yoksa hiç bilmediği bir yola mı girecekti? Belki de bunlar da cevabı kendisine büyük gelen sorulardı ve bunları asla bilemeyecekti…
Yorumlar
Yorum Gönder